6 Ocak 2010 Çarşamba

yıldızla röportaj...

Can DÜNDAR ile yaptığı bir söyleşi sırasında Yıldız'dan gelen samimi cevaplar... Binlerce hayranı olmasına karşın sevilmediğinden dolayı üzülen bir Yıldız karşılaşıyoruz...



"Türkiye'nin Yıldızı" kulaklardan sonra ekranları da fethetti

"Bazı şarkılarımı acıdan ben bile dinleyemiyorum


Çocukluğunda gecenin karanlığında sokaklardan geçerken bağıra çağıra şarkı söyleyip karanlık korkusunu yenmeye çalışırmış Yıldız Tilbe... Bugün yalnızlık, sevgisizlik korkusunu yenebilmek için söylüyor şarkılarını ve yalnızlıktan, sevgisizlikten mustarip milyonlar eşlik ediyor ona...


Nicedir CD çalarımda aynı albüm var. Ve her çalışta aynı albümün hep aynı şarkısı çınlıyor hoparlörden... 4. şarkı bu... Yanık bir kadın sesi, piyano eşliğinde "Çabuk olalım aşkım" diye başlıyor. Bir çağrıyla başlayan şarkı, giderek bir feryada dönüşüyor.
Yanık sesin sahibi "Sana dayanamıyorum" diye sızlanırken, gerçekten de şarkının sonuna kadar dayanamayacağı hissini veriyor.
Finalde piyanoyu susturup sessizliğe salıveriyor sesini...
Şarkı, uçsuz bucaksız bir hüzünle son buluyor.
Hemen ardından, bu hüzne inat, davul-zurna eşliğinde bir halay havası başlıyor. Şarkıcı, hüznü katlayıp bir kenara koyuyor; "Bu şarkının sonuna kadar dayanamaz"mış hissi veren o yanık sesli kız gidiyor; coşkuyla horon tepen bir şarkıcı çıkageliyor.
Peşpeşe çalan o iki şarkıda, iki ayrı şarkıcı gibi çınlayan kız, o iki şarkının karması aslında...

TV Yıldız'ı
Televizyon programını izlediyseniz o karma(şa)ya şahit olmuşsunuz demektir.
Bir süre önce Show TV'de Türkiye'nin Yıldızı adlı bir program yapmaya başladı Yıldız Tilbe...
Diğer sohbetli şovlardan büyük farkı yoktu aslında:
O da seyirci önünde şarkıcı konuk ağırlıyor ve arada kendisi de şarkılar söylüyordu. Üstelik konuklarıyla pek sohbet ettiği de söylenemezdi.
"Nasılsın?", "İyiyim, sen nasılsın?", "Yeni albümün çıkmış hayırlı olsun", "Sağol", "Hadi ondan bi şarkı dinleyelim", "Peki..."
Sohbet, ekseriyetle bundan ibaretti.
Konuk şarkısını bitirince sahne Yıldız'a kalıyor, o da seyircileriyle ayaküstü bir-iki cümle konuşuyor, çoğunun övgülerine teşekkür ediyor, sonra şarkısına geçiyordu.
Sahnede ya kendi tarzında, saçlarını uçura savura deli dolu bir edayla dans ediyor, ya playback (fonda çalan parçaya ağız oynatarak eşlik etme) tekniğiyle hüzünlü şarkılar söylüyordu.
Bilin bakalım bu program, en çok izlenen 100 program arasında kaçıncı oldu?
Cevap veriyoruz:
Birinci...!

Niçin?
Üstelik bu birkaç haftalık bir durum da değildi. Tilbe'nin hemen her programı en çok izlenenler listesinin zirvesini zorladı. Herkes şaşırdı ama kendisi bu sonuçtan emindi:
"Farklıyım ben çünkü" diyordu.
Sonra bir gün canlı yayında, stüdyoda ayağı kaydı.
Düşüp kaşını yardı.
Yayına ara verildi, sonra kaşında bir bantla ekranda belirdi.
Ve o hafta program yayından kaldırıldı.
Tilbe, anlaşmazlığı "Bir oturma düzeni istedim, yapmadılar" diye açıkladı. Yapımcı firma Yıldız'a söz geçirememekten yakındı.
Ama program öyle tutmuştu ki, sonunda geçen hafta yapımcı firma devre dışı bırakıldı ve Show TV, Türkiye'nin Yıldızı'nı kendi yapımı olarak sürdürme kararı aldı.
Peki neydi bu deli dolu Kürt kızının yakaladığı başarının sırrı?
Niye pek sıradan görünen şovu en çok izlenen program seçiliyor, kaseti milyonlar satıyor, şarkıları dilden dile dolaşıyordu?
Bu sırra vakıf olabilmek için peşine düştük ve İclal Aydın'ın Hayat Güzeldir programında buluştuk kendisiyle...

Acılar ve coşkular
Makyaj odasında yüzünü pudralarken ilk dikkatimi çeken, rengarenk küpesiydi. Programdan sonra kulağından çıkarıp bileğine takacak ve bilezik olarak kullanacaktı.
Stüdyoyu dolduran genç-yaşlı, dul bekar, başı açık ya da başörtülü bütün kadınlarca ayakta karşılandı.
Ve daha ilk şarkısının notaları duyulduğu anda, ayaklanıp el çırparak hep bir ağızdan eşlik etmeye başladılar. İsteğim üzerine Çabuk Olalım Aşkım'ı söylerken, az önce göbek atan seyircilerden birkaçı sessizce ağlamaya başladı.
Sevdikleri Yıldız, tanıyordu onları...
Gözyaşını silip göbek atmaya başlayabilmesi, kederi neşeye bunca maharetle katık edebilmesi pek tanıdıktı.
"Ben yaşadığım değil, özlediğim aşkın şarkısını söylüyorum" dedi bir ara Yıldız...
Stüdyodakilerin çoğu da yaşamıyor, ancak özlüyorlardı zaten...

Alevi ana, Sünni baba
Programdan sonra sanki bir saatlik bir programı değil de, koca bir ömrü paylaşmışız gibi içten bir sohbette anlattı mazisini...
Şu alemde herkesin eşit olduğuna inanıyordu. Ne üstünlüğümüz vardı birbirimizden; ne de gizli saklımız...
Dünya dediğin, kocaman bir evdi ve herkes o evin ayrı köşesinde mukimdi. Başta ona evin kileri düşmüştü, ama o yıllar yılı dizlerini kanata kanata salona yürümüştü.
"Ben çocukluğumdan beri şarkı söylüyorum " diye girdi lafa...
Annesi Tuncelili bir Alevi Zaza , babası Ağrılı bir Sünni Kürt...
'50'lerde geçim derdiyle İzmir'in kenar mahallesi Gültepe'ye yerleşmişler. Babası Tütün'de mevsimlik işçilik bulmuş. Anne bakkalda çalışmaya koyulmuş. 6 tane çocukları olmuş. Yıldız, 1966'da en küçükleri olarak İzmir'de doğmuş. Ağrı'yı da, Tunceli'yi de görmemiş çocukluğundan beri...
1,5 yaşında kaynayan kazan devrilmiş üzerine; yanmış. "Acı bende çocukluktan kalma bir his" diyor şimdi: "Daha kendimi bilmeden, acıyla tanışmışım. Acı genlerimde var anlayacağın..."

İlk şarkılar korkudan
Evde Kürtçe konuşulmazmış, çocuklar düzgün Türkçe konuşsun diye... Sadece gizli konular açıldığında ya da memleketten Türkçe bilmeyenler geldiğinde Kürtçe duyulurmuş evde... Bir de annesi kızınca Kürtçe küfredermiş.
"Kimse Kürtçe küfredemez bana. Hemen anlarım" diyor.
Aile arasında ona Yadigar derlermiş.
Bugünkü gibi çelimsiz değilmiş çocukken... Etli butlu, hayli toplu bir çocukmuş.
Evlerine daha elektrik gelmediğinden gaz lambası yakarlarmış geceleri... Cama burnunu dayayıp komşunun televizyonuna bakmaya gidermiş sokağın sonuna... Gece 12 oldu mu eve dönermiş. Ama dönüş yolu karanlık... Korkuyu yenebilmek için bağıra çağıra şarkı söylermiş yol boyu... Komşular "Ne oluyor?" diye camları açarken, babası kapıya çıkar "Gel, gel bağırma" dermiş; yıllar sonra o şarkıları dinlemek isteyenlerin üste para vereceğini aklına dahi getirmeden...

"O.... mu olacaksın?"
Orta 1'den terk etmiş okulu... Bir süre dikiş atölyesinde çalışmış, tezgahtarlık, sekreterlik yapmış, çocuk bakmış, çeyiz eşyası dolu 2 çantayı sırtlayıp kapı kapı dolaşarak pazarlamacılığa kalkışmış.
12'sinden itibaren çocukken korkudan söylediği şarkıları, düğünlerde söylemeye başlamış.
TRT'de seyrettiği korolardan öğrendiklerini söyleyerek başlamış önce... Sonra popçuları dinlemiş; İskender Doğan, Aydın Tansel, Beyaz Kelebekler, giderek Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Nilüfer... Onlardan söylemiş. Ardından arabeski, Müslüm Gürses'i, Orhan Gencebay'ı, Ferdi Tayfur'u keşfetmiş, repertuarını onlarla genişletmiş.
"8-10 mahalle ötemizde açık havada düğünler olurdu, bilirlerdi sesimin güzel olduğunu; beni çağırırlardı. Ben de koşarak gider söylerdim. Babam uzaktan sesimi duyar, gelir saçımdan tutar, 'Orospu mu olacaksın' diye döve döve eve getirirdi. Doğu kültürü almışız ya. Babam 'Evde oturacak' diye üsteler, annem 'Hayır söyleyecek' derdi. Sonra babam baktı ki engelleyemeyecek, teslim oldu."

18'inde eş, 19'unda anne
18'ine gelince, "Eve geç kalma", "Kısa etek giyme", "Şarkı söyleme" diyen, eve 5 dakika geç kalsa döven babasının baskısından kurtulabilmek, gönlünce mini etek, kot pantolon giyip doyasıya gezebilmek için 15 gün önce tanıştığı bir gence kaçmış Yıldız Tilbe...
Evlendikten 15 gün sonra kocası askere gitmiş. Döndüğünde kızları 1,5 yaşındaymış. 19 yaşında anne olmuş yani... Kızına, hayranı olduğu Sezen Aksu'nun adını koymuş.
Ama yoksulluk inmemiş yakasından... Tombul kız o dönemde zayıflamış, bugünkü incecik haline gelmiş.
Ve o yoksulluğun verdiği cesaret, ona günün birinde sahnenin kapısını açmış.
Sene 1991'miş. Ve 25 yaşındaki Yıldız, Basmane'de Pırlanta pavyonun önünden geçerken içeri dalmış:

Pavyonda
"Yanımda bir kız arkadaşım vardı, 'Kız gel girelim buraya' dedim. 'N'apıcan' dedi. 'Şarkı söyliycem. Burda çalışıcam' dedim. 'Aaa deli misin, kocan bırakır mı?' dedi. 'Ben onu razı ederim' dedim. Girdim. Baktım prova yapıyorlar orda. 'Kim buranın sahibi' diye sordum. Cengiz Özşeker'i çağırdılar. Kibariye'lerin, Bergen'lerin patronu... Allah rahmet eylesin, 'Buyur' dedi. 'Benim sesim güzel. Burada şarkı söylemek istiyorum' dedim. 'Burası şöyledir, böyledir' dedi önce... Aldırmadım. 'Söyle bakiym bir şarkı' dedi. Ayaz Geceler'i söyledim. 'Evli misin' diye sordu, 'Evliyim' dedim. 'Git eşinden yazılı izin al, gel başla' dedi".
Gitmiş eve...
Dericide çalışan kocası "Olmaz" demiş önce... Sonra ikna olmuş.
Yeni adıyla 'Gülen Yıldız', Pırlanta pavyonda saat 12'de, ilk sırada çıkmaya başlamış geceleri... Normalde saat 2'den sonra dolan pavyon, 12'de müşteri kaynar olmuş bir süre sonra... Yıldız'ın işleri açılmış. Bir gecede peşpeşe 6-7 yerde söylemeye başlamış.
Ama aile, yürümemiş böyle... 5. yılın sonunda eşiyle ayrılmışlar. Sezen'le baş başa kalmışlar.

Sezen Aksu geliyor
İşte bu noktada, küçük Sezen'e adını veren Sezen belirmiş ufukta... Namımı duymuş, gelmiş. Ama Sezen geldiğinde Yıldız sahneden inmişmiş. Tuvalete giderken önünü kesmiş Sezen'in... "Dinle beni" demiş. Patrona rica etmiş, yeniden sahnede boy göstermiş. Sezen etkilenmiş ve "Vokalistim ol" demiş.
Ve Yıldız kendini Sezen Aksu'nun evinde bulmuş.
Önce 9 ay boyunca Sezen'in şovunda vokalistlik. Sonra...
Sonrası bilinen hikaye...
'Gülen Yıldız', 10 yıl içinde 'Türkiye'nin Yıldızı'na dönüşmüş.

Ortak payda
Baştaki soruya dönersek?
Bunca farklı duygudan, onca farklı çevreden insanı aynı seste, aynı şarkıda buluşturan ortak payda ne ola ki?
Yıldız Tilbe bu soruyu kısaca "Sevgi" diye yanıtlıyor: "...daha doğrusu sevgisizlik... Çünkü hepimiz sevgiyi arıyoruz. Ben de sevmeyi özlüyorum ve onun şarkısını söylüyorum. Herkes aynı şeyi özlediği için katılıyor bu şarkıya..."
Belki bu teşhise, anlattığımız biyografinin toplumsal bilinçaltıyla kesiştiği noktaları ekleyebiliriz:
Çünkü bu öykünün içinde, hem eski Türk filmlerinden aşina olduğumuz 'pavyonda bile saf kalmayı başarmış mahallemizin altın yürekli kızı' figürü var; hem bizim o kızın saflığını koruyup kollama içgüdümüz... Belki ondan, çenesindeki beni, dilindeki şiveyi örtmeye çalışanlara itiraz edişimiz...onu beniyle, şivesiyle, sesindeki acıyla, hoplayıp zıplayan dansıyla sevip benimseyişimiz...
Ondan, çocukluğunun karanlık korkusunu yenen, ama bu kez de sevgisizliğin ayazını, yalnızlık korkusunu yenebilmek için bağıra çağıra şarkılar söyleyen bu kıza hayranlığımız...
Herkesin hızla kendinden vazgeçtiği bir çağda, ortalıkta sahici bir şeylerin kalmasına öyle muhtacız ki...

Her şarkı ayrı adrese...

E Mİ
Sen de sev ama sevilme/ aşk acısı çek ben gibi /
Çok özle ama kavuşma / kavuşamadığım gibi/
Geri dönme istemem ki/ Ben eski ben değilim ki/
Sen de mutlu olma e mi/ sen de sev, sevilme e mi"

'E mi', annemin aşkıdır. Onun yaşadıklarını anlatmaya çalıştım burada... Annem çok acı çekmiş biliyor musun? Kocasını terk edip evlenmiş babamla... Sevmişler birbirlerini... Ama...

DELİKANLIM
Kalbim duraksız haykırışlarda /
ne yapsan ayrılamam senden asla/
Hafife alma, aşk vurur insana /
Bu kadar kolay sanma, ah delikanlım"

Bu şarkıyı ayrıldığım eşime yazdım. "Bu kadar kolay sanma delikanlım" dediğim o... Dinledi ve mesajı aldı.

ÇABUK OLALIM AŞKIM
Bin ömrüm daha olsa/ kollarında son bulsa/
Eğer sana kavuşmak varsa/ ölmek düğün gibidir bana/
Sensizlikten çok korkuyorum/ inan kendimi bilmiyorum/
Önce Allah sonra sen benim için/ O bilir nasıl sevdim"

Bu şarkıda babam var. Babam 1998'de rahmetli oldu. Başta karşı çıkmıştı şarkıcı olmama... Ama sonra gördü sonucu... Anladı ki, bir insan ne yaparsa yapsın özünde nasıl olduğu önemli.. Öldüğünde çok mutluydu.

"İçtim 40 tane hap, gittim sahile, yattım karanlıkta..."

Şarkılarının büyük çoğunluğunun sözü de, müziği de sana ait. Nasıl yazıyorsun?
Bazen ilham gelir, yazarım. Arabanın arkasında, evde, stüdyoda... Hiç fark etmez. Kaset zamanı stüdyoya girdiğimde ise ilham filan beklemeden 20 gün kapanırım. Oturduğum yerde yazarım. Yaparım şarkıyı, tak - tak - tak okurum. Mesela son albüm için stüdyoya girdiğimizde sadece beş şarkı vardı elimizde... 'Ama Evlisin'in sadece nakaratı vardı. 'Seni Seven Kalbim' hiç yoktu... Onun nakaratını önce bağlamayla çaldım stüdyoda... Sonra sözleri yazdım. Bir kerede girdim, okudum. Finalin müziksiz olması da benim fikrimdi.

O beş dakikada yazdığın şarkıyı binlerce insan hep bir ağızdan söylerken ne hissediyorsun?
Uzatıyorum onlara mikrofonu... Diyorum ki "Allahım bak, toplu halde sana dua ediyoruz, kabul et" diyorum.

Manen nelerden beslenirsin?
Hayat besler beni... Yaşamak... Aldığım nefes... O kadar...

Hem şarkılarında, hem sende çok kırılgan, yaralı bir hava var. Seni anlatan şarkılar mı onlar?
Şarkılarım sadece beni anlatmıyor, herkesi anlatıyor. Onun için dinliyor insanlar. Bir o şarkıları söyleyen Yıldız var, bir de o şarkıları dinleyen biri var. Bazı şarkılarımı ben bile acıdan dinleyemiyorum.
Ayrıca o şarkılar dışında söyleyecek bir şeyleri olan biriyim ben. Sadece söylediğim 40 şarkıdan ibaret değilim yani...

Yaralı görüntünün insanları çektiğini düşünüyor musun?
İnsanlar ulaşamadıkları şeylerin hasretini çekiyorlar. Benim gibi, sevilmeyi özlüyorlar. Sevgiyi bulamıyorlar. Çaresizlikten acılı şarkılarla avunuyorlar. Ondan diyorlar ya "Müzik ruhun gıdasıdır" diye...

Sevilmiyor musun gerçekten?
Sevenim çok tabii. Ama duygusal anlamda yalnızım. Zamanında çok sevdim ama hiç sevilmedim. Sevmeyi bilmiyor insanlar ya da yanlış seviyorlar. Sinirimi bozuyorlar. O yüzden bundan sonra sevmem. Hiç halim yok valla... 40'ıma yaklaştım artık. Kimseyle uğraşamam. Onlar beni sevsin. Göstersinler bakiym sevmek nasıl olurmuş. Bi göriym, ondan sonra ben biliyorum ne yapacağımı.

Bu yalnızlık nasıl etkiliyor seni?
Deliler gibi sevdim eskiden... İntiharı bile denedim dört yıl önce... Ölmek istedim onsuz kalmaktansa... Kendimden vazgeçecek kadar sevdim yani... "Öldüreyim kendimi kurtuliym" dedim anasını satiym. İçtim 40 tane hap, gittim sahile, yattım karanlıkta; "Kimse görmez beni burda" diye. Etrafta dolaşan 2 tane pazarcı çocuk bulmuş beni, hastaneye kaldırmışlar. Midem yıkanmış. Kurtuldum.

Mutsuzluk birçok sanatçının temel motivasyonudur. "Konfor yaratıcılığı öldürür" derler. Belki de şarkılarının büyüsü oradan geliyor. Bir gün hayatının adamını bulup mutlu olursan ilhamını yitirir misin?
Bilmiyorum, ama eğer bir gün mutlu olursam, mutsuzluğumu anlattığım gibi mutluluğumu da anlatabilecek kapasiteye sahip olduğumu hissediyorum ben...


Çocukken gece sokaktan geçerken bağıra çağıra şarkı söyleyip karanlık korkusunu yenmeye çalışırmış Yıldız Tilbe... Bugün yalnızlık, sevgisizlik korkusunu yenebilmek için söylüyor şarkılarını ve yalnızlıktan, sevgisizlikten mustarip milyonlar eşlik ediyor ona...


Nicedir CD çalarımda aynı albüm var. Ve her çalışta aynı albümün hep aynı şarkısı çınlıyor hoparlörden... 4. şarkı bu... Yanık bir kadın sesi, piyano eşliğinde "Çabuk olalım aşkım" diye başlıyor. Bir çağrıyla başlayan şarkı, giderek bir feryada dönüşüyor.
Yanık sesin sahibi "Sana dayanamıyorum" diye sızlanırken, gerçekten de şarkının sonuna kadar dayanamayacağı hissini veriyor.
Finalde piyanoyu susturup sessizliğe salıveriyor sesini...
Şarkı, uçsuz bucaksız bir hüzünle son buluyor.
Hemen ardından, bu hüzne inat, davul-zurna eşliğinde bir halay havası başlıyor. Şarkıcı, hüznü katlayıp bir kenara koyuyor; "Bu şarkının sonuna kadar dayanamaz"mış hissi veren o yanık sesli kız gidiyor; coşkuyla horon tepen bir şarkıcı çıkageliyor.
Peşpeşe çalan o iki şarkıda, iki ayrı şarkıcı gibi çınlayan kız, o iki şarkının karması aslında...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder